From the ornate picture frame on the wall, Atatürk — the father of the Turks — would glance down at them, his steel-blue eyes flecked with gold. There were portraits of the national hero everywhere; Atatürk in his military uniform in the kitchen, Atatürk in a redingote in the living room, Atatürk with a coat and kalpak in the master bedroom, Atatürk with silk gloves and flowing cape in the hall. On national holidays and commemorative days Mensur would hang a Turkish flag with a picture of the great man outside a window for everyone to see.
‘Remember, if it weren’t for him, we’d have been like Iran,’ Mensur often said to his daughter. ‘I’d have to grow a round beard and bootleg my own booze. They’d find out and flog me in the square. And you, my soul, would be wearing a chador, even at your young age!’
Mensur’s friends — schoolteachers, bank officers, engineers — were just as devoted to Atatürk and his principles. They read, recited and, when inspiration struck, wrote patriotic poems — many of which were so similar in rhythm and repetitive in essence that, rather than separate pieces, they felt like echoes of the same call. Even so, Peri enjoyed lingering in the living room, listening to their amiable chatter, the tones and cadences or their voices, rising and falling with each new glass topped up to the brim. They did not mind her presence. If anything, her interest in their conversation seemed to rejuvenate them, filling them with hope for the youth. Thus Peri stayed around, sipping orange juice from her father’s favorite mug, which had the signature of Atatürk o one side and a quote from the national leader on the other: The civilized world is ahead of us; we have no choice but to catch up. Peri loved this porcelain cup, the smooth touch of it against her palm, though it made her slightly regretful each time she finished her drink, as though the change of catching up with the civilized world had also disappeared.
— Elif Shafak, Three Daughters of Eve
Duvardaki işlemeli çerçevenin içinden, çelik mavisi gözlerindeki altın rengi harelerle onlara bakardı Atatürk. Ulu Önder portreleri evin her yerindeydi. Mutfakta asker üniformalı Atatürk, oturma odasında redingotlu Atatürk, ebeveyn yatak odasında paltolu ve kalpaklı Atatürk, koridorda ipek eldivenli ve pelerinli Atatürk.
’Atamız olmasaydı İran gibi olurduk, sakın unutma, derdi Mensur kızına. ’Artık ben çember sakal bırakırdım mecburen, bodrumda gizli gizli kendi içkimi üretirdim. Enseme çökerlerdi tabii, yakalayıp meydanda kırbaçlarlardı. Ve sen canım kızım, daha bu yaşta çarşaf giymeye başlardın. Kapkara!’
Mensur’un arkadaşları genelde öğretmenler, banka memurları, mühendislerdi. Onlar da en az onun kadar bağlıydılar Atatürk ve ilkelerine. Kimi akşamlar usuldan kahramanlık şiirleri okur, ilham gelirse yazarlardı da. Bu şiirlerin çoğu ritim olarak birbirine o kadar yakın ve içerik bakımından öyle mükerrerdi ki, farklı edebi eserlerden ziyade aynı gür seslenişin yankıları gibi gelirdi kulağa.
Oturma odasında kalıp bu duygulu sohbetlere kulak vermeyi severdi Peri. Mensur ve arkadaşları da Peri’nin varlığına ses etmezdi. Hatta konuşmalarına gösterdiği ilgiden memnun olur, gençliğe ve geleceğe dair umutlanırlardı. Böylece Peri çocukluğu boyunca, babasının en sevdiği kupadan portakal suyu içerek yanı başında oturdu her akşam. Kupanın bir yanında Atatürk’ün imzası, diğer yanında bir sözü vardı: “Medenî dünya çok ileridedir. Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dahil olmak mecburiyetindeyiz.” Bu porselen kupayı pek severdi Peri; avucunun içinde pürüzsüzlüğünü hissetmeye bayılırdı, ama içeceğini bitirdiğinde sanki medeni dünyaya yetişme şansı da bitivermiş gibi gelir, içini hüzün kaplardı.
— Çeviren: Omca A. Korugan
Painting by Deniz Ateşböceği