Düşünce ile pratik arasındaki bu bariz ayrılık

Excerpt below is from Hegel & Haiti by Susan Buck-Morss

Çeviren: Erkal Ünal

By the eighteenth century, slavery had become the root metaphor of Western political philosophy, connoting everything that was evil about power relations.  Freedom, its conceptual antithesis, was considered by Enlightenment thinkers as the highest and universal political value.  Yet this political metaphor began to take root at precisely the time that the economic practice of slavery — the systematic, highly sophisticated capitalist enslavement of non-Europeans as a labor force in the colonies — was increasingly quantitatively and intensifying qualitatively to the point that by the mid-eighteenth century it came to underwrite the entire economic system of the West, paradoxically facilitating the global spread of the very Enlightenment ideals that were in such fundamental contradiction to it.

On sekizinci yüzyıla gelindiğinde kölelik, Batı siyaset felsefesinin kök metaforu haline gelmiş, iktidar ilişkilerinin kötü olan her yanını ifade etmeye başlamıştı.*  Onun kavramsal antitezi olan özgürlük, Aydınlanma düşünürlerince en yüksek ve evrensel siyasi değer addediliyordu.  Fakat bu siyasi metaforun kök salmaya başlaması, tam da ekonomik bir pratik olarak köleliğin — yani Avrupalı olmayanların, kolonilerdeki emek gücü olarak, sistematik ve hayli gelişkin bir kapitalist köleleştirme işlemine tabi tutulmasının — niceliksel açıdan artmasına ve niteliksel açıdan yoğunlaşmasına, hatta on sekizinci yüzyılın ortalarında Batı’nın tüm ekonomi sisteminin temelini oluşturacak duruma gelip kendisiyle kökten çelişkili olan Aydınlanma değerlerinin dünyanın dört bir yanına yayılmasını paradoksal bir şekilde kolaylaştırmasına denk düşüyordu.

This glaring discrepancy between thought and practice marked the period of the transformation of global capitalism from its mercantile to its protoindustrial form.  One would think that, surely, no rational, “enlightened” thinker could have failed to notice.  But such was not the case.

Düşünce ile pratik arasındaki bu bariz ayrılık, küresel kapitalizmin, merkantil biçiminden ilk sınai biçimlerinden birine dönüştüğü döneme damgasını vurmuştu.  Rasyonel, “aydinlanmış” bir düşünürün bu durumu asla ve kat’a gözden kaçırmayacağı düşünülebilirdi.  Ama vaziyet hiç de öyle değildi.

The exploitation of millions of colonial slave laborers was accepted as part of the given world by the very thinkers who proclaimed freedom to be man’s natural state and inalienable right.  Even when theoretical claims of freedom were transformed into revolutionary action on the political stage, it was possible for the slave-driven colonial economy that functioned behind the scenes to be kept in darkness.  

Kolonilerdeki milyonlarca köle emekçinin sömürülmesi, tam da özgürlüğün insanın doğal durumu ve elinden alınamayacak hakkı olduğunu iddia eden düşünürler tarafından, verili dünyanın bir parçası olarak kabul ediliyordu.  Özgürlüğe dair teorik iddialar siyaset sahnesinde devrimci eyleme tercüme edildiğinde bile, perde arkasında işleyen kölelik temelli koloni ekonomisinin karanlıkta tutulması mümkündü.

If this paradox did not seem to trouble the logical consciousness of contemporaries, it is perhaps more surprising that present-day writers, while fully cognizant of the facts, are still capable of constructing Western histories as coherent narratives of human freedom. 

Bu paradoksun o zaman yaşayanların mantıksal bilincini görünüşe göre rahatsız etmemiş olması şaşırtıcıysa da, olguların tamamen bilincinde olan günümüz yazarlarının Batı tarihlerini hâlâ insan özgürlüğüne dair tutarlı anlatılar olarak inşa edebiliyor olmaları belki daha da şaşırtıcıdır. 

* On sekizinci yüzyıla gelindiğinde kölelik, Batı siyaset felsefesinin kök metaforu haline gelmiş, iktidar ilişkilerinin kötü olan her yanını ifade etmetti.

One thought on “Düşünce ile pratik arasındaki bu bariz ayrılık

Leave a Reply

%d bloggers like this: